Cep telefonunuz çalıyor. Açıyorsunuz. Aynı anda mekanik sesler duymaya başlıyorsunuz. Çat-çut açılıp kapanan düğme sesleri... Alo der demez sesinizin yankıyla geri dönmesi, sesin karşıya gitmemesi, size gelmemesi… Dinlendiğinizi alenen hissettiren daha birçok şey... Diyeceksiniz ki, bunlar normal teknik arızalar olamaz mı? Bu soru, “acaba dinleniyor muyum?” sorusunun çok gerisinde kalmışsa, olamaz.
Çok değil, daha beş-altı yıl evvel, dinlendiğimize pek de ihtimal vermezdik. Hatta aramızda telefonu dinlenecekler listeleri yapar, kendi kendimizin “polisi” olur, gülerdik eş dostla. Böyle başladı. İlk olarak “en politik” arkadaşlar dinlendi. Bu bir giz değildi. Herkes biliyordu! “O zaten çok politik” denerek AKP-Gülen iktidarının devrimcilere, Kürt hareketine yönelik karalama kampanyalarına, ardından gelecek ev baskınları ve tutuklamalara, hak gasplarına göz yumularak saldırılar normalleştirildi. Artık sırada, “daha az politikler” vardı. “Acaba dinleniyor muyum?” diyenlere ikinci bir halka eklendi. Şüphe toplumun ruhunu kemirmeye başladı.
2009-2010 arasında, Kürt özgürlük hareketine ve sosyalistlere yönelik AKP ile Gülen cemaatinin ortak planlayıp yönettiği dalga dalga tutuklama operasyonları başladı. Gülenci polislerin yazıp savcıların önüne koyduğu iddianamelerle, mahkemelerde eşi benzeri görülmemiş hukuk dışılıklarla herkes Özel Yetkili Mahkemeler’de (ÖYM) “örgüt üyesi olmamakla beraber örgüt üyesi gibi davranmaktan” yargılandı.
İddianamelerden gördük ki, malzeme, devrim, devrimci, örgüt, paket, ekmek, maydanoz, arkadaş, hediye, puşi bağlamak, okey oynamak, buluşup içki içmek ve akıl almaz daha onlarca kelime ve günlük yaşama dair pratik yasadışı silahlı örgüt üyeliğinin delileri olarak mahkemelere sunuluyordu. Bu akıl ve hukuk dışı iddianameler toplumda yeni bir baskıya neden oldu. Artık telefon konuşmalarına azamî dikkat ediliyordu. Günlük dilde kullanılan onlarca kelimeyi insanlar lûgatlerinden çıkartmaya başladı. Artık otokontrol tek “dostumuz”du.
Şaka gibi ama, o akıllara zarar iddianamelerden dolayı daha şimdiden binlerce kişi örgüt üyeliği cezaları aldı. Çok sayıda dosya Yargıtay’da beklemekte. Bu davalar çok gecikmeden AİHM’e gelecek ve orada Türkiye aleyhine kararlar çıkacak.
Şu soru önemli: AKP ve Gülen neden bu operasyonları yaptılar, binlerce insana hukuksuz cezalar vermekten geri durmadılar? Cevap basit: Siyasî yol temizliği. Böylece kendilerine muhalefet edenleri ayak altından temizleyip herhangi bir engele takılmadan ülkeyi siyasî hırsları çerçevesinde yönetecek, hırsızlık, yolsuzlukla ülkeyi soyup zenginleşecek, adaletten yoksunlukla iktidarlarının ömrünü uzatacaklardı. Pasta iştah kabartıcıydı. AKP ve Gülen ekibi Kürtlere, sosyalistlere, demokrasi ve özgürlük isteyen cepheye karşı ortak davranmış, ancak sıra devleti ve iktidarı paylaşmaya gelince “ortaklığı” yürütemeyip, “hep bana, hep bana” diyerek birbirlerine karşı savaş başlattılar.
AKP ve Gülenciler savaşı 12 yıllık AKP iktidarının toplumda ve devlet kurumlarında yarattığı tahribatı gözler önüne seriyor: Yandaş basın, siyasî rant üzerine kurulu partili ilişkileri, iş çevreleri ile iktidarın rantçı derin ilişkisi, ülke ekonomisinde önemli yeri olan kaynağı belirsiz sıcak kara para, AKP destekli uluslararası kara para aklama ağı, siyasal İslam’ın toplum üzerindeki cinsiyetçi muhafazakâr baskısı, artan kadın cinayetleri, yükselen homofobi…
Seks kasetlerinden rant kasetlerine
2009’da Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Deniz Baykal –ki kendisi Recep Tayyip Erdoğan ile 2003’te Beylerbeyi’nde buluşmuş, Erdoğan’ın milletvekili olabilmesi için anlaşmış kişidir1- hakkında bir “kaset” yayımlandı. Kimler tarafından kaydedilip yayıldığı “belli olmayan” bu kasette Baykal eşi olmayan bir kadınla yatak odasında görüntülenmişti. Bu kaset Deniz Baykal’ın siyasî hayatının sonu oldu. “Hasmına karşı her yol mubahtır” diye özetlenebilecek bu hamleyle siyasî seviye yerlere düştü. Kişilerin mahremi, özel hayatın gizlilik hakkı başbakan ve siyasî ortakları tarafından açıkça ihlâl edildi. Şimdilerde siyasî rant ve partilerin oy oranlarıyla ilgili anket araştırmalarına yönelik müdahaleleri ortaya koyan ses kayıtlarıyla gündemden inmeyen Başbakan Erdoğan Baykal’la ilgili kaset için “Yanındaki eşi değil ki, bunlar özel değil, genel” demişti.
Buradaki “genel” kelimesi “genelev”e gönderme yapıyordu. Bilindiği gibi, genelev devlet denetiminde seks işçisi kadınların erkeklere bedenlerini sattıkları, devletin bundan vergi alarak kadın bedenini metalaştırdığı işletmeler. Başbakan iki yetişkinin rızalarıyla girdiği ilişkiye “genel” kavramını kullanarak müdahil olma hakkını kendisinde görebiliyordu. Bir yandan dalga geçip, diğer yandan ahlak zabıtalığına soyunmuştu. O kadar kurnazca davranıyordu ki, görüntülerde hayatı ifşa edilen kadından bahsetmiyormuş gibi yaparak, kadını hedefe koymaktan geri durmuyordu. Ne de olsa, başbakanın ve ortağı Gülen’in ellerinin altında, her türlü kirli işlerini yapacak yandaş medyaları vardı.2
Ülkenin başbakanı ana muhalefet partisi başkanının özel hayatına, aşkına, cinsel ilişkilerine karışma hakkını kendinde görürse, o ülkenin erkeklerinin “namus” gerekçesiyle işlediği kadın cinayetleri artmaz mı? Nitekim, AKP döneminde kadın cinayetleri yüzde 1400 kat arttı. Resmî rakam bu!
Mahremi yitirmek
Mahrem alan her toplumda hep ilgi görmüştür. Hatta mahrem, ne kadar mahrem kalabilmişse ona duyulan ilgi o kadar artmıştır. Gizliliği delmek, onu yaymak, yayarak kişileri hedef tahtasına oturtmak. Başkalarını gözetleme programları tüm dünyada nasıl da ilgi gördü! Türkiye’de son yıllarda patlayan dizi furyası sadece milliyetçiliği, cinsiyetçiliği üretmekle kalmayıp aynı zamanda muhbir, tektip toplum oluşturma çabasında. Dizilerdeki karakterler durmadan birbirlerini kapı aralarından dinliyor, birbirlerinin cep telefonlarını, çantalarını gizlice karıştırıyor. Kapıların dinlenmediği bir dizi henüz çekilemedi. Bu tesadüf olabilir mi?
Siyasî alanda sürdürülen kaset savaşları, mahremiyete duyulan toplumsal merakın politikasıdır. Bir toplum başkalarının özel hayatlarını merak edip didik didik kurcalamayı sevmese, ahlakçı olmasa, kötü niyetle ortaya sürülen seks kasetleri üzerinden siyaset yapanlara karşı dik durup cezalandırılmalarını istemez mi? Bu tarz siyaseti reddetmez mi? Elinde ahlak sopası hayatlarımızın koridorlarında dolaşan bu “kasetçi ahlakçıları” siyasî arenadan süpürüp atmaz mı?
İktidar ve kadın bedeninin denetimi
“Kızlı erkekli” tartışmasından, muhbir topluma, kadın erkek ilişkilerinden siyasî iktidarın kadın bedenine müdahalesine dek her şey toplumsal bilincin çepeçevre sarmaladığı alanlardır ve bu alanlarda politika eğer toplumun “rızası” ile uygulanamıyorsa, devlet zoru devreye girer.
Başbakan şimdilerde başı siyasî ve ekonomik yolsuzluklarla meşgul olduğundan bu konularda susmuş görünse de kadınlara her fırsatta en az üç çocuk doğurmalarını “tembihliyordu.” Tembihlemekle de kalmayıp kürtaj kanunundan, ev ev dolaşan memurlarıyla hamile kadın fişlenmesine, bekâr hamile kadınların babalarının cep telefonlarına “Tebrikler kızınız hamile” tarzı mesajlar atmaya dek her türlü yöntemi kullanmaktan geri durmuyordu.
Dolmabahçe’de çalışma ofisinden vapurdan inen kadınların kıyafetlerini gözleyip kınayan başbakanın ardından, ne tesadüf ki AKP’nin sözcülerinden Hüseyin Çelik de bir televizyon kanalında program yapan kadın sunucunun dekoltesini aşırı bularak işten atılmasına neden oldu. Bir yandan iktidara yakın televizyon kanallarında başörtülü kadın sunucular çoğalırken, öte yandan dekolte bahanesiyle başını kapatmayan kadınların kıyafetlerine müdahale ediliyor, hatta işlerini kaybetmek istemeyen kadınlar otokontrolle iktidarın uygun göreceği tarzda giyinmeye başlıyordu.
Söz konusu kadın politikaları olunca AKP iktidarı kadınları kutuplaştırarak bölme ve karşı karşıya getirme yöntemini tercih etti. Doğurmak, doğurmamak; başı kapalı, başı açık; inanan, inanmayan; AKP’li olan, olmayan; evlilik ve aile kurumunu yüceltenler, evliliğe ve aile kurumuna karşı olanlar; kadın erkek eşit değil diyenler, kadınların eşitliğini savunanlar… Bu zıtlaşmadan başbakana hep bol ekmek çıkıyordu. Onun çıkarı kutuplaştırılmış toplumdaydı. Alevi-Sünni, Kürt-Türk, makul vatandaş-terörist, polisini sevenler-çapulcu Gezi isyancıları…
AKP-Gülen iktidarında, dinin kadın bedeni üzerinde politikleştirilmesiyle kadın bedeni AKP iktidarı lehine gizlemeden, dolandırmadan doğrudan kullanıma sokuldu. Başı kapalı ve Müslüman kadın olmak avantajlıydı. Ama salt başı kapalı ve Müslüman olmak da yetmedi. Makbul olan, AKP’yi destekleyen başı kapalı ve Müslüman olmaktı.
İnancı ve kültürü gereği başı kapalı Müslüman Kürt kadınları için Başbakan bizzat polisine: “Güvenlik güçlerimiz çocuk da olsa, kadın da olsa, kim olursa olsun, eğer terörün maşası haline gelmişse gerekli müdahale ne ise bunu yapacak”3 emri verdi. Gereği yapıldı ve polisler Kürt kadınlarına amansızca şiddet uyguladı. Başbakan bu görüntüleri yayınladıkları için 2006’da medyaya şöyle seslendi: “Görsel, yazılı medyadan da istirham ediyorum. Aynı görüntüler televizyonlarda döndürülüyor, siz kimin propagandasını yapıyorsunuz? TV’lerde bunları göstermek ne kazandırır? Ancak bu ülkeye kaybettirir. Medyayı sağduyuya davet ediyorum. Terörün amacı propaganda yapmak, bunu bedava yaptırıyor.”4
İnanan, itaatkâr gençlik projesi
AKP-Gülen iktidarı kadınlar kadar gençlik alanına yönelik de özel çalıştı; dinci ve itaatkâr, muhafazakâr gençliğin oluşması en önemli hedefler arasındaydı. Bu hafifsenecek bir durum değil. Zira AKP iktidara geldiğinde 10 yaşında olanlar şu anda 22 yaşında; oy kullanan, yeni işgücü, taze kan siyasî aktörler. 12 yıl boyunca başbakanın inşa etmeye çalıştığı cinsiyetçi, şovenist, militarist, homofobik, dinci, muhafazakâr ortamda şekillendiler.
Eğitim sisteminde bilimsel eğitimden dinî eğitim programına doğru, cinsiyetçiliğe ve farklı inançlara yönelik fobiyi daha da yükselten değişiklikler, normal mahalle okullarının zorla İslamî eğitim veren imam hatip okullarına dönüştürülmesi bu çerçevede ele alındı. Başbakanın kızlı erkekli öğrenci evlerine yönelik açıklaması da bu toplumsal kurgu içinde anlaşılabilir. Üniversite gençliğine “Kitap yüklü merkepler… Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür”5 diyebilen başbakan tüm çabalarına rağmen oluşturmak istediği dinci, itaatkâr gençliğe ulaşamadığı için hayal kırıklığına uğramış olmalı ki, “kızlı erkekli” açıklamasını yaptı.
“Kız ve erkek öğrenciler aynı evde kalıyor, valiye talimat verdim, bir şekilde denetleyeceğiz.”6 AKP-Gülen iktidarının en gözü kara hamlelerinden olan üniversite öğrencisi kadın ve erkeklerin aynı evlerde kalmasına yönelik müdahalenin arka planında dinci, cinsiyetçi, muhafazakâr, itaatkâr toplum oluşturma niyeti yatıyordu. Ebeveynlere çocuklarınız o evlerde fuhuş yapıyor, silah eğitimi alıyor demekte beis görmediler.7 Kadınlarla erkeklerin ancak evlilik ve aile zemininde aynı çatı altında kalabileceğini düşünen AKP-Gülen kadroları umduğunu bulamadı. Bulamadı ama, zora başvurma alışkanlığından da geri durmadılar. Kadın erkek birlikte kalınan evlere polisin baskın yapması için başbakan valilerine bizzat talimat verdi. Valilere verilen talimatla yetinmeyip komşuları, mahalleliyi de namus bekçiliği yapmaya çağırdı, kızlı erkekli evleri ihbar etmelerini istedi.
Ama bu kez iktidarın zoru halka takıldı. Gezi direnişi ruhu topluma “Susma, itiraz et” diyordu. Başbakanın Gezi direnişinde ön saflarda bulunan gençliğe ve kadınlara ilişkin kini gemlenemez boyutlara ulaşmıştı. “Kabataş Olayı” diye adlandırılabilecek komplo AKP’nin kadın bedeni sömürüsündeki sınırsızlığı açıklaması açısından ilginç bir örnek olacaktı.
AKP-Gülen’in Gezi komplosu
Başbakan Gezi direnişine katılanları hedef aldığı bir mitingde “Benim başörtülü kızlarıma, benim başörtülü bacılarıma saldırdılar” demiş, sonrasında AKP grup toplantısında bu iddiasını “Kabataş’ta bir kızımız, yanında bebeğiyle çok çirkin bir saldırıya maruz kalıyor”8 diye devam ettirmişti.
AKP’li bir belediye başkanının gelini olan Zehra Develioğlu İstanbul Kabataş’ta yarı çıplak, kafaları bandanalı, deri eldivenli 70-100 erkek tarafından cinsel saldırıya uğradığını, kendisin ve bebeğinin vücudunda morluklar oluştuğunu, saldırganların üzerine işediğini söylemişti.9 Bir de doktor raporu vardı. Ancak, 14 Şubat 2014 günü ortaya çıkan kamera görüntüleri böyle bir olayın yaşanmadığını, Zehra Develioğolu’nun Kabataş’ta kocasıyla buluşarak oradan ayrıldığını gösteriyordu.
Başbakanın başörtülü bir Müslüman kadının erkeklerin saldırısına uğradığını iddia ettiği Kabataş olayının da tıpkı Gezi isyancılarının camide bira içtikleri iddiası ve daha nicesi gibi yalan çıkması akıllara şu soruyu getiriyordu. Başbakan halkı kin ve nefrete sürükleyerek toplumun bir kısmını diğer kısmına karşı kışkırtarak toplumsal olayların oluşması için zemin mi hazırlıyordu? Kin ve nefret söylemi anayasal bir suç ve bu suçu bizzat başbakan işliyordu.
Bu, Gezi direnişine karşı tezgâhlanmış, halkın sağduyusu sayesinde tutmamış bir komplo denemesidir. Başbakan Gezi isyanında bir komploya yeltenmiş ve bunu kadın bedenini kullanarak yapmaya çalışmıştır. Kabataş olayı, AKP-Gülen iktidarında İslamî değerler, mahremiyet, özel hayat, gazetecilerin haysiyeti vb tüm değerlerin iktidar tarafından alınıp satılabileceğini göstermiştir. “Özel hayata müdahale ne boyutta?” sorusuyla sık sık karşılaşıyoruz. Bu soruya başbakanın cümlesiyle cevap vereyim. Burada her şey “genel.” Yeter ki AKP iktidarı sürsün!
http://www.odatv.com/n.php?n=baykal-kasetini-yayinlayan-isim-de-ortaya-…
3 http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=183107
4 http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=183107
5 http://gencder.net/haber/562/basbakan--bu-kadar-cehalet-ancak-tahsille-…
6 http://t24.com.tr/haber/basbakan-kizli-erkekli-kalinan-evlerde-karmakar…
7 http://birgun.net/haber/uctu-uctu-guler-uctu-o-evlerde-silah-egitimi-ve…
8 http://www.nationalturk.com/kabatasta-benim-basortulu-bacima-saldirdila…
9 http://www.internethaber.com/balcicek-ilterden-kabatas-icin-cok-sert-ya…